16 Aralık 2016 Cuma

Merhaba Can'lar. Yine serhoş olmuşuz, yine sallayacağız, salladıkça rahatlayacağız.

Bağırmayı uzun zaman önce bıraktım. Bağırmadan konuşuyorum. Benzer nedenlerle polise taş atmayı da bırakmıştım. Taş atmadan barikatta dikiliyor olmanın da ayrı bir keyfi var. Ancak sloganlara eşlik etmiyor olmak(hani içerikleri berbat, kavramsal varlığı kaçınılası bir bildiri), hele de taş atmıyorken sloganlara eşlik etmemek biraz sorun çıkartabiliyor. Çok kötü bakıyorlar. Baya kötü bakıyorlar. İnsan kendisini sivil polis zannediyor, öyle kötü. Barikatı bırakalım; berisi de fena. Bağırmamam karşımdakine saygı/sevgi olarak algılanıyor. Anlamlı, adil, belki eşit, özgür iletişim girişimi gibi. Vallahi değil. Bağırmayan erkek, güzel, doğru, hoş, entelektüel, aydın zannedilebilir; yaptığım da bundan ibaret. Çok hoşum; bir dal alır mısınız?

Polise taş atmadan geçen bir beş yıl oldu sanırım. Ne çok severim halbuki polis dövenleri; key'fle izlerim. Niye taş atamıyorum? Çok mu büyüdüm? Eğilip yerden taş almak mı zor geliyor? Şiddet karşıtı bir dönemim olmuştu; taş atmak "günah" gibi şeyler söylüyordum. Pasif direniş mümkün, barikatta dikilmek varken taş atıp kaçmak niye? Şimdilerde şiddete bakışım farklı; saf şiddet(bu ne demek? amaçsız, rastgele, anonim şiddet diyelim) arzuladığım bir şey artık. Her şeye, herkese, her zaman, her yerde yönelen şiddete özlem duyuyorum adeta. Ne değişti? Pasif olanın şiddeti görünür bir hâl aldı, saf şiddetin şiddeti dışarıda bırakan varlığı da görünüyor gibi. Kime, ne şekilde, ne zaman uygulanacağı bilinmeyen ve sorgulanmayan şiddette şiddeti dışlayan bir şeyler var. Öfkeli varoşların, kendimde dahil olmak üzere, kendinden olmayan her şeye yönelecek olası şiddetini selamlamaktan gayri şansım yok. Yumruklarınız suratıma inerken, öpmek isterim parmaklarınızı. Anarşiste, komüniste, hippiye, dilenciye, engelliye, yaşlıya, hamileye de yönelmeli varoşun şiddeti. Ben bunları yazarken olursa; tadından yenmez.

Kitap yazmak diye bir şey olmaz. Yazarlık vardır. Yazdıkların belki kitaplaşır, belki de kitaplaşmaz. Yazdıktan sonra bilirsin bunu, öncesinde ya da sırasında değil. Önce bir umudun, biraz öfken olur; yazarken hissedersen belki bir şeyler olacağını; sonrasında bilirsin kitap olmuş mu olmamış mı. Sipariş kitap mı olur? Ben 3 kitap yazacağım büyüyünce; sırasıyla 117, 463, 527 sayfa olacaklar. 13.5-19.5 cm, sert kapak. Kitapları kitaplığa uygun bir sırayla dizince sırt kısmından karizmatik bir portrem de oluşsun isterdim ama 3 kitapla bunu yakalamak zor olacağından vazgeçiyorum. Üç sütun üzerine kapkara haykıran puntolar da istiyorum. Hani hönkürmüyorduk? Her söylenene de inanmayın. Sipariş kitap çöplüğüne döndü dünya. Sen yazma.

Gugıl yazarlığı malum. Yazmak çoğu zaman ciddi mesai isteyen bir uğraş. En azından ben gibi yeteneksizler için öyle. Yazdığımdan değil, yazamadığımdan biliyorum. Hani birileri balık pazarına gidecekse, balık pazarını az çok biliyor olmanız gerek. Entelektüel bir karakter tıkıştırıyorsanız en azından yarım porsiyon aydınlık tatmış olmanız gerek. Dil üzerine konuşturacaksanız sanırım 3-5 yıllık ciddi bir okuma/çalışma dönemi sizi bekliyor olacak. Ama ne gereği var? Gugılla gitsin. Azıcık Ekşi'ye sorarım, iki Ted videosu açarım, Wiki, Youtube idare eder gideriz. İdare etme.

Yarı oto-biyografik hikayeler yazmanın kısa tarifini veriyorum burada;

1-Depresif ol. Bol bol söv. Her şeyden ümidini kesmiş olduğunu hissettir.
2-Bir daktilo al. Bilgisayardan yazmaya devam et. Arada çalışma zamanı fotoğrafı için kullanırsın. Biraz kahve, azıcık battaniye ile birlikte. Sonra bu fotoğrafları düzenli aralıklarla sağda solda paylaşacağız. Böylece hem kendimizi gazlayacağız hem de arkadaşlarımızın bizi gazlamasına izin vereceğiz.
3-Kedin olsun. Evet, kedin olsun. Bol bol kedimizden bahsedeceğiz zira. Aslında balık da olur. Akvaryumlu göndermeler yaparsın, iyi olur.
4-Daha önce başarılı olmuş, hayatını kaybetmiş melankolik bir yazar bul. Hele bir de intihar etmişse tadından yenmez. Oraya buraya serpiştireceğiz yazdıklarını.
5-Çok bilinen grupların az bilinen şarkılarına yer ver. Youtube ile halledersin bu işi. Plaklardan bahset. Tarihler ver. Konserlerini anlat. Evet, orada değildin. Talihe bakın ki okuyacak olanlar da orada değildi. Sallayabilirsin.
6-Eksik taraflarını ön plana çıkar; "dürüstlüğünle" hayranlık uyandır.
7-117 sayfa oldu mu? Olmuşsa hemen orada bitir. Bir sonu olmak zorunda değil. Hatta bir son olmasın.
8-117 sayfa olmamışsa biraz Dünya'yı gezdir. Google maps ile halledersin.
9-Al sana kitap amına koyayim.

Bu kadar kolaysa niye ben hiç yazmış değilim? Dedik ya; "kitap çöplüğüne döndü dünya, sen yazma". Yok lan yok, kıskanıyorum diye saldırıyorum işte. Yazamıyorum ben. Ben yazar değilim. Değilim ben yazar. Yazar değilim ben. Okur da değilim. Okur-yazar değilim ben. Yazar-okurum ama.

Aa, durun iki dakika maç başladı. Atiba sahada yok, yine de hâlâ Atiba iyi. Yıllardır başıma bu Atiba kadar iyi bir şey gelmedi.



2 Aralık 2015 Çarşamba

Bir Sarhoşun Çığlığı

Merhaba Can'lar. Hadsiz bir kusuş var aşağıda. Midesi kaldırmayacak olanlar ellerini daldırmasın.

Dün sikmeli-sokmalı konuşmuşsun biraderim, gel bakayim sen şöyle bir. Buyrun, geldim?(hemen buyur abi filan tabi, yusuf yusuf yusuf) Niye saygısızlık ediyorsun bakayim sen? Sikiyordum abi ben, saygısızlık bunun neresinde? Bir siken, bir sikilene ihtiyaç duyar. Bir sikilen varsa bir "şey"leşen de vardır yavrum. Utanmıyor musun edilgen kılmaya? Destur, O'ndan başkasının haiz olduğu bir bilgi değildir bu. Ve yanılıyorsunuz; bir siken, bir sikene daha ihtiyaç duyar olsa olsa. Tuttukları işe de sikişmek diyoruz malum. Sizin kafanız karışmış kuzum, hiç iki sikenden bir sikişen çıkar mı? Düşününce, çıkıyor gibi görünüyor. Hem ne saygısızlık görme merakıdır bu. Biraz şurada da saygısızlık kalmış olacaktı, bulabilir misiniz? Sıcak, çok sıcak. Evet evet tam orası. Ahhhh, oaaahhhh. Mevzuya dönelim efendim, ciddi olalım, duruşma salonu burası. A a, çok ilginç, şu tokmaklıları görünce bir yargısız infaz bekliyor insan, nereden çıktı duruşma? Hem orada burada saygısızlık, hakaret göreceğinize biraz da cinayeti görseniz diyorum, nasıl olur? Her yerde bir saygısızlık, bir hakaret, bir anormallik gören sizler mevzu cinayet olduğunda "kör bir balıkçı"ya ihale ediyorsunuz bütün meseleyi, oluyor mu? Bal gibi oluyordur eminim. Az ben de tutayim de, yalayayim. Ben demedim, Troçki dedi.

Arada küsüratlı kelimeler kullanmak lazım; inandırıcılık artıyor.

Ne diyor Fugs;

'29 nothing
'32 nothing
'39, '45 nothing
1965 a whole lot of nothing
1966 nothing

reading nothing
writing nothing
even arithmetic nothing
geography, philosophy, history nothing
social anthropology a lot of nothing

poetry nothing
music nothing
painting and dancing nothing
The world's great books
a great set of nothing
Audy and Foudy nothing

fucking nothing
sucking nothing
flesh and sex nothing
Church and Times Square
all a lot of nothing
nothing, nothing, nothing

Karlos Marx nothing
Engels nothing
Bakunin and Kropotkin nothing
Leon Trotsky lots of nothing
Stalin less than nothing

Hadi dinleyin; The Fugs-Nothing

Bütün anneler kötüdür. Şu da mı;

Evet, bu da. Anneler değil, annelikler kötüdür. Hadi yine kutsala saldırmadan sıvıştım.













Düşündüğüm, konuştuğum gibi yaşamıyorum elbette. Praksis de ne imiş, hak getire. Teori değil heval pratiktir esas. Teorisiz pratik üretilmişlerin kurulu eylemlerinden müteşekkildir yurttaş. Öyleyken böyle, böyleyken de öyle. Sentezi savunmak pek kolay. Ne tam siyah vardır ne de tam beyaz; her şey bu ikisinin arasında bir yerlere denk gelir. Ne kadın vardır ne erkek, herkes ikisinin arasında bir yerlerde dolanır durur. "Pratikten çıkmış teori ve bu teoriyle dönüşen pratik" kabul görür. İlla ottan boktan bahsedeceğim. Mesele bu değil; mesele olduğum insandan duyduğum tiksinti. Ne yapılabilir? Bir şey yapmalı mı ya da? Bir şeylerin "farkında" olmak ciddi sorunlar doğuruyor. Üniversite bir sorun. Neye yaradığını, neden var olduğunu, neye hizmet ettiğini ve ne için kullandığımızı biliyorum. En azından bir kısmını biliyorum. Beşiktaş'ta oturuyor olmak bir sorun. Dokunabileceğiniz bir şey, biri yok. Tapusuz ev yok. İnşa edilebilecek bir alan da yok. Olsaydı ne olurdu? hiç. Yine tiksinti. Kişisel bir telefon, kişisel bir bilgisayar, kişisel bir oda kullanıyor olmak sorun. Burjuvazinin zaferinden sonra çokça özele dahil edilenin açık kabulü. Seramik-bireyleşme bu, kendiliğinden-kişi pek aksi yönde. Satın alıyor olmak bir sorun. Para dilenmek de sorun. Para ile hemhal olmak sorun. Peki ne yapıyorsun? hiç. Yine tiksinti. Şey'leşme bir sorun; şey'leşmeme de. Hegel'e göre mi, Marksistlere göre mi tavır aldığınıza bağlı. Marksist olacağız diye Hegel'den vazgeçmemiz mi gerekiyordu Bay Çok Bilmiş? Hayır, gerekmiyor. Her muhtemel soruya mutlak cevabı muhtevasında barındıran bir paragrafın çatılması da beklenmiyor. İlişkilere isimler vermek bir sorun; ana, baba, kardeş, teyze, bacanak, düşman, dost, sevgili, hanımefendi, bay... Toplumdan beklenen bir makine düzeniyle işlemesi. Bir makine belirli parçaların müthiş uyumuyla hareket eder. Parçaların boyutunu, şeklini, cinsini değiştirdiğiniz de çalışmayan bir makine elde edersiniz. İlişkilerin bu kategorizasyonu da toplum makinesinin çalışmasına devam edebilmesine katkı sağlar. Bireyler tanımadıkları anonim durumlarla karşılaşmazlar. Çalışmak, harcamak, dinlenmek ve çalışmak, harcamak, dinlenmek ve çalışmak, harcamak, dinlenmek ve çalışmak, harcamak, dinlenmek ve çalışmak, harcamak, dinlenmek kolayca uygulayabileceğiniz ve hatta uygulamaktan kaçınamayacağınız yol halini alır. Bir çiftlik hayvanını mezbahaya zorla götürmenize gerek yoktur; gidecek başka bir yer bırakmamanız yeterli olur. Ne yapalım, gidecek başka yer yok.

Olduğum kişiden bu gibi sebeplerle iğrenmiyorum tabii ki. Çok daha yüzeysel nedenlerle tiksiniyorum kendimden. Örnekleyelim. Hala aynanın karşısında nasıl göründüğüme bakıyor olmam iğrendiriyor beni. Bir kadınla tanıştığımda nasıl sikişiyor olduğunu merak ediyor olmak iğrendiriyor beni. Yazdığım birbirinden kötü paragraflara üç-beş otorite-figür karıştırma ihtiyacı midemi bulandırıyor. Eylemlere katılmaktan iğreniyorum. Türlü sempozyumlar, konferanslar, konserler ve hatta mahalle meclislerinden tiksiniyorum. Katılanlardan da. Özellikle katılanlardan. Bir avuç ne anlattığını ne dinlediğini bilmez orospu çocukları gibi görünüyorlar gözüme. Peki onlardan biri olmak? Seve seve kabul edebileceğim bir orospu çocukluğu. Bu daha da iğrenmeme yol açıyor kendimden. Yere tükürmemekten, bir başkasının yıkadığı tabak-çanakları temiz bulmamaktan, parayla satın almadığım müddetçe annem, sevgilim ya da kendimin yapmadığı bir yemeği yememekten, arkadaşlarımdan(hala varlar mı?) kitap ödünç alamayacak(ve kitabın ödünç alınabilir bir şey olmasından) kadar biriktirmeyi kutsamaktan, PKK'ye hak verip(hak benim cebimdeydi zaten) TC'ye hizmet etmekten(ah, dinleyin; Bob Dylan-Gotta Serve Somebody), yarın bir memur(belki de bir organik aydın) olacağımı bilmekten, elektrikli süpürge kullanıyor olmaktan, orgazm odaklı bir seks hayatımın olmasından, erkeklerle yeterince seks yapmamış olmaktan(bir yeteri mi vardı?), bir atı arzulayabileceğimi bilmekten, otobüse biniyor olmaktan, bugün otobüse bindiğime göre yarın arabaya da binebileceğimin farkında olmaktan, marketlere gidiyor olmaktan, fabrikasyon ürünü diye satılan cesetlere rağbet etmekten, tek bir çınar tek bir fare ile dahi ortak bir mücadele kuramamaktan ve hatta kurulabileceğine dair bir ümit beslememekten, odama tıkılmaktan, boyun eğmekten, boyun eğince her şeyin çapaksız gelip geçeceğine inanmaktan utanıyorum. Utanmak da kolay olanı.

İnsanın sevgilisi olunca canının istediği gibi de yazamıyor. Öperim yavrum en hassas yerlerinden. Aşacağım bir şeyleri daha. Yazamamak kendimden.

Metnin şarkı önerisi; Goddamn Gallows-Y'all Motherfuckers Need Jesus
Metnin film önerisi; Gerard Damiano-Deep Throat


1 Aralık 2015 Salı

Ayık Rahatsızlık Notları

Merhaba Can'lar.

Alternatif rahatsızlık belirtileri;

a) +Rahatsız mısın?
-Elhamdûlillah.

b) +Rahatsız mısın?
-Absolutely.

a) "Can'cığım bunları sana yakıştıramıyorum yavrum"culuklarla başım bir hayli dertte. Sanıyorum, pek çokları gibi, ciddi bir sahtekarlığa bulanmış durumdayım. Kişinin kendisine yabancılaşması ile zaten handiyse kaçınılmaz olan, ambalajın bunca önemsendiği bir zamanda da kişinin kendisinden kopuşunun arzulanır hale bürünmesiyle de meşru ve hatta zaruri bir riya bu. Kim olduğumuzla, kim olmak istediğimizle ilgilenilmiyor artık; mesele, ne gibi olduğumuz. Uzun uzun sevişeceğimiz, uzun uzun sövüşeceğimiz, ağır ağır, tadını çıkarta çıkarta tüketeceğimiz kişiler değiliz artık(tüketmemeyi öğrendiniz de, ben mi tüketimin hızına takılıp kaldım, hıh). Hemen hemen her tüketim ürünümüz gibi ilişkisel tüketimlerimiz de hazır, dondurulmuş, ısıt-tüket-at formunda. Haliyle kim olduğunuzun bir önemi yok, zira kimse(kimseden bahsetmek mümkünse), kim olduğunuzla ilgilenebilecek kadar sizinle olmayacak, Bireyin, bir başka bireydeki basit görüntüsü, bir küçük insanın çöp-insan çizimindeki kadar(anca bu kadar) karakteristik görüntüsü, bir başka bireyin, bireyi tanımlaması, bireyden sağlayacağı faydayı alması için yeterli. Ne var ki klasik marjinal faydanın süreğen tatminsizleşmeyi gösterir eğrisi bu civarda bir sorunun da habercisi. Herhangi bir dondurulmuş ürün aldığınızda, dondurulmuş ürünün size verebileceği her şeyin önceden farkındasınızdır. Ve ürünün muhtevası(muhteveya ürün tezgaha düşene kadar olan her aşama dahil) değil, paketin kendisi önem arz eder. Paketi var eden içeriğin hangi şartlarda, hangi emeğin ikamesiyle, ne gibi süreçlerden geçerek önümüze getirildiğiyle ilgilenmeyiz. Orada bir paket ürün vardır ve sanki az önce ağaç dalından koparılmış gibi bir muamele görür. Kişi tükettiğine yabancılaşmıştır. Ürünü yersin, yaşamsal fonksiyonların için önemli kabul edilen maddeleri alırsın, bir kısmını sıçarsın ve yarın tekrar aynı ürünü, aynı yerden, aynı duygusuzlukla almak için çalışır, para kazanır ve sıraya girersin. Buraya kadar sorun yok(dağ gibi sorun var tabi. Ama bunu sorunsuzluk olarak kabul edene de ne diyelim? Mahmut mu diyelim?) diyebiliriz. Vallahi de billahi de bunu yapabiliriz. Sizi kırmam, bilirsiniz. Ama siz de can'larım, bu noktadan sonra, modern bireyin tatminsizliğinden, bireyin toplumlaştığından, bir de üstüne üstlük insanın kendisine yakışanı giymesi gerektiğinden ve bu gerekliliğin dertlerinden, burjuvazinin medeni buhranlarından nasıl da muzdarip olduğunuzdan bahsetmeyiverin. Sikerler, ne bekliyordun?

b) "Can'cığım bunları sana yakıştıramıyorum yavrum"culuklarla başım bir hayli dertte. Pardon bayım, sizin yakıştırmalarınıza göre bir "ben" inşa etmem gerekliliğini gözden kaçırıvermişim. Affedecek misiniz beni? Daha da doğrusu affedebilecek misiniz? Ancak artık beni affedemezsiniz. Bir masayı bir vazoyu affetmeye benzerdi doğrusu bu. Peki ne yapalım? Belki penisime yakışmıştır(gülelim mi bu yapacak bir şey bulamayınca penisini avuçlayan erkek tiplemesine?). Bakmak ister misiniz? Sikerler efendim, yakışanı da, yakıştırdığınızı da. Siktiriniz pek düzenli olarak, evet evet, siktiriniz. Sağda solda ikon-köle görmeye bu kadar arzuluysanız, siktiriniz efendim. Sizden hoş, sizden daha hoş kim ikon-köle olabilir? Olmaz. Birilerini bir kategoriye dahil etmiş ve kategorinin sert tanımlanışına bu birilerinin görüntüsünü hapsetmiş olabilirsiniz. Bu pek az dahil edileni, neredeyse tamamen dahil edeni ilgilendirir. Sizinle ilgili olanla da siz alakadar olunuz. Kendi hoşnutsuzluklarınızı, olmamışlıklarınızı, arzularınızı, fantezilerinizi, kıskançlıklarınızı başkalarına boca etmeyiniz. "Yoksa sizi hırpalarım. Öyle kalemle de yapmam bu işi Orhan Pamuk gibi, gerçekten hırpalarım."

Bölüm dipnotu: Yok lan öyle "yakışmıyor sana bunlar" diyen birileri. Kıyıda köşede kalmaktan şizofreniye bağladım. Kendimden kıymetlilik devşiriyorum.

a) Hayvan barınaklarıyla derdim var. Hayvan barınakları insan dışındaki hayvanların rahatlıkları için değil, insanın rahatı için inşa edilir. İnsanın dışında kalan hayvanlar için bir toplama kampıdır. Hayvanlar tutuklanır, içeriye atılır ve kimi yerlerde kısa bir süre içerisinde öldürülürken kimi yerlerde de çabuk ölmesi için gereken tüm koşullar hazırlanır. Tüm bunlardan sağ kurtulmayı başarmış(kurtulmak denirse) olan bir kaç sözüm ona "şanslı" olanı da sıcak bir eve sahip olanlarca "sahip"lenilir. Evet, "sahip"lenilir. Eve sahip olduğumuz manada sahiplenilir. Ahahah; şansa bak. Ölümle korkutup sıtmaya razı etmek mi desek, daha da ileriye gidip, sıtmayla korkutup yavaş ve sancılı bir ölümün arzulanışına ikna etmek mi desek? Ne yapalım? Barınakları yıkalım da insanlar geç vakti sarhoş sarhoş evlerine dönerken köpek saldırısına mı maruz kalsınlar? Hem bu kadar barınak hayvanı yiyecek aşı, sosyalleşecek alanı nereden bulacaklar? En iyisi barınaklar ayakta kalsın, arada sırada biz onlara kulübe yapalım, veterinerler üretip sağlıklarıyla ilgilenelim, mama götürelim ki mama üreticileri de para kazansın, mama üreticileri para kazansın ki, daha fazla sokak hayvanı üretim çiftlikleri kurulabilsin, ticaret sürsün, böylece sokak hayvanları daim olsun, barınaklar kalsın, tartışma sürsün. Sonra? Sonra ben ölüyorum işte. Artık gerisini benden sonrakiler düşünür, ben tatminime baktım. Orgazm? Mümkün mü?

b) Hayvan barınaklarıyla derdim var. Barınaklarda hayvanlar neden kafeslerin içerisinde, duvarların ardında tutuluyor? Hayvanları korumak istediğimiz birileri mi var dışarıda? Kaçıyorlardır garanti bunlar. Arzuluyor olsalar bulundukları yeri ne kafese gerek var ne de duvara. Esasında bunun daha anlaşılır olanı insanların kafes içerisinde bulunması olurdu. Büyük bir alanda "özgürce" takılan hayvanlara yardımcı olmak isteyenlerin kafesli araçlarla bu işi eda etmesi birazcık daha mantıklı. Birazcık daha mantıklı dedik, doğru demedik, saldırma hemen. Yoksa ne alanı, ne yardımı ahmak herif. Kır bacağını otur evinde. Bir bok becerdiğin yok, en azından gölge etme. Yok ama, illa yardım edecek, lütfedecek, verecek. Kolay mı vermeden, lütfetmeden, zekatını, sadakasını eksik ederek yaşamak? "Ama bunlar sokakta yaşayamaz?" Sokağını sikeyim o zaman. Git doğru düzgün, insanca-insana göre olmayan, üzerindeki tüm canlılara saygılı, neredeyse tüm türlere eşit mesafede durabilen bir sokak inşa et. Çalış lan en azından. Pezevenk misin? Hem işin ticaretine katkıda bulun, hem sokağın halı hazırda kurgusuna katıl, hem insana köle soyların üretimine ortak ol, sonra da; "sokakta yaşayamaz bunlar" de. Senin yüzünden sokakta yaşayamıyor zaten. Senin yüzünden bir sokak var, senin yüzünden böyle bir sokak var, senin yüzünden bir sokak-hayvanı kavramı var. Şimdi burjuva endişelerini de alıp şu köşede dök varlığının derinliklerinden gelmeyen yaşlarını.

Bölüm dipnotu: Barınaklar yine de kalsın abi. Analarını-babalarını sikelim bunların.(Böyle analı-babalı yazınca sorun kalmadı değil mi gezizekalı? kafa bu kadar.)

a) Cumhurbaşkanına, başbakana hakaret davaları aldı başını gidiyor. Hakaretlerinizden tek tek öperdim ama hakaret yok ki ortada öpeyim. Sıradan yurttaş cumhurbaşkanına hakaret edemez. Etmez ya da etmemeli değil, edemez. Hakaret kurgusu gereği hiyerarşik bir yöne ihtiyaç duyar. Ne demek istiyoruz? Acele etme yavrum, anlatıyorum işte. Hakaret etmek, ancak hakir/hor görmenin mümkünlüğü ve bu hor görüşün, hor görülende bulacağı karşılık ile mümkün olabilir. Bir saksının beni hor göremeyeceğini bildiğim gibi bir salatalığın ya da bir güvercinin de beni hor göremeyeceğini biliyorum(Evet, biraz iddialı oldu bu. Ben de sevmedim). Nereden biliyorum? Sosyal statünün asimetrik basamaklarında çene çalarkene daha üst bir konumu işgal ettiğimi fark ediyor olmamdan biliyorum. Dolayısıyla güvercinin bana şakıması hakaret içermez, ancak ben bir güvercine binlerce hakaret fırlatabilirim. Benzer bir durum cumhurbaşkanı ile sıradan yurttaş arasında da var. Cumhurbaşkanın egemenlikten aldığı pay, aramızdaki asimetrik konumlanış; ancak ve ancak cumhurbaşkanının bana hakaretini mümkün kılar. Cumhurbaşkanına hakaret, ancak, statü puanlarını birleştirenlerin topluca, sistemli bir söylemiyle mümkün olabilir. Öyle şu insan minicik köşesinde şunu söylemiş, beriki yirmi kişiye verdiği konferansta bunu demiş ile olmaz bu işler. Bu benim sokaktaki güvercinden işkillenip kafayı çakmama hak yol demem gibi bir şey. Olur mu lan böyle şey? Ayrıca bizim buralarda göte göt derler demeden de edemeyeceğim. Kandırdım; bizim buralarda göte göt diyebilecek göte sahip kimse yok.

b) Cumhurbaşkanına, başbakana hakaret davaları aldı başını gidiyor. Koca koca adamlar(kadını az bunların. kadının kadını az ya hu) ne diye bunlarla uğraşırlar? Sikeyim hepsini. Bugün ne de çok sikiyorsunuz efendim? Öyle denk geliyor azizim, takılma sen bunlara. Partinizin karizma liderisiniz. Partiniz neredeyse parti-devlet. Haliyle neredeyse siz "tek adam"sınız. Nedir bu hınçla saldırının nedeni? Çocukluğunuzdan kalma bir travma mı? Hala hakim olunmamış küçücük adacıklara da mı göz diktiniz? Bir bırakın ya hu, bırakın da şu çocuklar biraz nefes alsınlar ha? Ne dersiniz? Tabii ki hayır diyeceksiniz. Çünkü size atılan bir taş ne kadar ufak olursa olsun otoritenizin mutlak olmadığını görünür kılınıyor, mutlak olsaydı, taş atılabilir olmayacaktı. Her defasında bu hatırlatma rahatsız ediyor sizi, öfkelendiriyor. Kazandığınız davalar dahi öfkenizi dindirmiyor. Bu halde "korkma, titre Yezid".

Bölüm dipnotu: F. A. ben miyim?

Metnin şarkı önerisi; Asian Dub Foundation-Buzzin
Metnin şarkı önerisi: Belvaux, Bonzel&Poelvoorde-C'est arrivé prés de chez vous

Bir Sarhoşun Notları

Merhaba Can'lar. Sana da merhaba, boş bir mideyle umarsızca kalem sallayanın ayak uçlarına teklifsizce sokulan mağrur aralık soğuğu. (Şairane oldu mu? olamadı.)

Tahir Elçi'yi öldürdüler. Entelektüel/aydın ya da mevkî "fatih"i birileri ekranlarda çok görünür olmaya başladığında, babam; "Sonraki dönemde vekil olur bu" derdi. Tahir Elçi'nin son dönemdeki bu görünürlüğü babamın bu sözünü hatrıma düşürüyordu ki vuruldu Tahir Elçi, vekil de olmadı. Bilmiyorum, vekil olmak gibi bir insiyatifi, düşüncesi yoktu belki. Malum, Kürt'ün, sıkı Kürt avukatlara ihtiyacı var(etnik milliyetçilik demeyin, tepelerim).  İktidarın/egemenin olduğu yerde, bizim için Türkiye'de, Kürt'ün payına düşen bu kampın karşısında kalmak ve tabii ki suçsuzluğunu/meşruluğunu tekrar ve tekrar, bu kampa, ispat etmek zorunluluğudur. Haliyle Tahir Elçi gibi "sıkı-avukat"lara çokça ihtiyacı var Kürtlerin. Yine bu ihtiyaç sebebiyle de öldürülmüş olması pek beklenir bir durum. Ne olacaktı? Bir de besleyecekler miydi? "Su testisi su yolunda kırılır" diyen bile olacak derdim ama, ben bunu söyleyemeden mevzu bahis cümle pek aydın olanlarımızca kusulmuş vaziyette.

"Su testisi su yolunda kırılır" diyen akademiklerin olduğu bir toplumda Tahir Elçi'yi kim öldürdü sorusu da anlamsızlaşıyor. Polis memuru öldürse ne olur, PKK memuru(militan-memur ayrımı burada önemli) öldürse ne olur? Öldürenlerin, öldürenleri azmettirenlerin, azmettirenleri var edenlerin ortaya çıkarılması neyi değiştirebilir? Bundan sonra benzeri bir durumu ortaya koyacak olanlar çekinsin/ürksün diye bu insanların cezalandırılmasını istemek; tecavüz edeni hadım etme arzusuyla ya da ibret olsun diye Taksim Meydanı'nda 3-5 kişiyi sallandırma arzusuyla çokça ilintili. Her bireyin kendisini kendince ifade edebileceği, bu ifade araçlarına rahatlıkla ulaşabileceği ve kişinin kendisini yönetilir ve hatta yönetilmesi gereken şey olarak görmekten vazgeçtiği, kısaca kişi'liğini, kişi olma ehliyetini önemsediği bir toplum hasıl olmadıkça; bugün Tahir Elçi öldürülür, dün Hrant Dink öldürüldü, yarın da bir başkası öldürülecek. Birilerini, bu olmasın diye, daha önce bunu gerçekleştirenler üzerinde yapmış olduğunuz kötü muameleyle, işkencelerle korkutabilirsiniz. Kimsenin kimseyi silahla öldürmediği bir toplum da yaratabilirsiniz. Ne var ki, suikast ve cinayet, insanların aklından, zihninden çıkartamayacağınız bir yönelim olarak yaşamaya ve sadece izin görmediği alanları terk edip meşru algılanabileceği yeni alanları işgal ederek var olmaya devam eder. Tabii ki bir can'ın yitmemesi, "kutsal bir tür olarak insan" söylevine(evet, bir nutuktur bu) yaslanarak önemseyeceğimiz bir durum olabilir. Ne var ki sadece bir ilizyondan ibarettir bu; çözüm değil, vicdani bir rahatlık kurgusudur.

Tarkovski'nin Offret'indeki şu sekansta bahsi geçen ya da kilise müziğinde var olan veya Foucault'nun Cinselliğin Tarihi'sinin şu sayfasının bu paragrafında geçenli cümleler kuramayacağım hiçbir zaman.  Halbuki nasıl piyasası var bu işin, anlatılmaz. Ciddi bir pazarı olan önemli bir ürün-söylem. Çoğunlukla bu tarz cümleler otorite-argüman diyebileceğimiz bir kavramın zorlamasıyla sohbete boca edilir. Kurulan cümlelerin niteliği değil, kaynağı önemli hale gelir ve en zayıf anınızda Marx'ın kurduğu bir cümlenin zikri (ya da en azından kurduğuna inanılan) tartışmayı lehinize çevirmek için yeterli olabilir. Hoş değil ama, etkili. Dona kaçan "bir kısım bok" kadar etkili.

Bilginin görünümü değişti. Bir vakit kadar önce bir şeyleri bilmek, pek çok şeyi anlamakla vuku bulan bir vaziyetken, şimdilerde, bilmek, bilinenin bilindiğinde dair düşülen ansiklopedik notlara sahip olmak veya bu notlara ulaşabilmek için gereken araçlara sahip olmakla sınırlı. Tabii ki eski filozof-bilim insanlarından(onlar tabii ki bilim adamıydı, bilim insanı değil) bu yana bilgi'nin kapsamına alabileceğimiz pek çok şey icat edildi, keşfedildi ya da inşa edildi. Haliyle, tabii ki Aristoteles, Sokrates ve hatta Schopenhauer, Nietzsche gibi her şeye hakim "otorite" figürler bekliyor ya da arzuluyor değilim. Ne var ki "bilmek" de böyle bir şey değil. Ortada "bilme"ye karşı işlenmiş bir suç varmış gibi görünüyor ve ilk taşı atanlar da Fransız akademi çevresi ve/veya ansiklopedi çevresi gibi. Bu tespit ile kurtulmak mümkün mü? değil. Aramayarak, incelemeyerek, sormayarak, kavramayarak sorumlusuyuz bu ihanetin.

İhanet deyince bir irkilmedim değil doğrusu. Bu gibi kelimelerden(ne gibi?) rahatsızlık duyuyorum. İhanet, kavramsal kurgusu gereği(ontolojik denebilir mi?) bir egemene ve bu egemene biata ihtiyaç duyar. Bir piramit kurar ve bu piramide bağlılık bekler. Bir yandan buna itiraz ederken bir yandan da piramitin inşasına katkıda bulunanın piramidi teklifsizce terk edişine bir meşruluk alanı açmamaya gayret etmek de gerek. İhanet, ancak, oluşturulanın inşasında görev alanın, bu görevi arzulayanın, bir makam işgal edenin bu görevi ve makamı inşanın çıkarından ayrıksı bir bağlamda kullanmasıyla söz konusu olabilir diyebiliriz bu halde. Tesadüfi bir ilişkinin içerisinde tesadüfen kalmış bireyin herhangi bir eyleminden "ihanet" olarak söz etmek; klasik milliyetçi/cemaatçi söyleme angaje olduğumuzu gösterebilir. Yanlış anlaşılmasın, belirtelim.

Post-modernizme meyli olan birisiyim. Böyle söylediğimde nedense bir yücelik kaplıyor içimi. Deleuze, Lyotard, Derrida, Foucault(post-modernist mi evladım Fuko) okuyor olmak kendi başına bir kıymetlilik belirtisi gibi. Peki gerçekten öyle mi? Sıradan bir "kendiliğinden" okuma serüveni(kendiliğindenlik belirli bir öğretim sistemine tabi olmadan yapılan bir okumayı imliyor. Yoksa okuma serüveni, kaçınılmaz olarak, okunmuşların açtığı yolda olmak zorundadır, haliyle kendindenlikle bir ilgisi pek yoktur.) mevzuyu Marx'a, Engels'e; onlar da işlevselcilere, yapısalcılara, eleştirel kuramcılara ve doğal olarak post-modernistlere kadar zaruri olarak getiriyor. Doğal bir süreç bu. Döngünün dışarısında kalmak da pek olası değil. Bununla kendini kıymetli hissetmek, "%99'u" Müslüman olan bir ülkede Müslüman olmaktan gurur duymaya benziyor. Olmasaydın kıymetliydin, bu da belki.

Roland Barthes, nedendir bilinmez(ben biliyorum da, siz bilmeyin), bir yerlerde "sokaktaki köpek havlar, resimdeki köpek havlamaz" dediğinde ne müthiş hataya düşeceğini tahmin edebilir miydi? Hayır, ifadeniz baş aşağı duruyor; "sokaktaki köpek havlamaz, resimdeki köpek havlar". Bir şeyi, eylemi, vaziyeti ifade edebilmek, ifade edilecek olanı tanıma, anlamlandırma ile, yani, daha önce var olan anlam ile ilişkilendirip tekrar kullanıma sunmak ile mümkün olabilir. Bu var olanın ifadesi değil, var olanın çağrıştırdığının ifadesidir. Köpeğin köpekliği daha önceden bildirilmiş köpek görüntüsü ile anlaşılır ve bu görüntü köpeğin köpekliğine meşru bir alan açar. Ne var ki köpeğin köpekliği sadece bildirilmiş olanın görüntüsünden ibarettir ve yalnızca görenin, ifade etmek isteyenin o dar kavrayış ve ifade ediş sürecinde bir anlam kazanır. Sokaktaki köpek havlamaz, sokaktaki köpek koşmaz, sokaktaki köpek vals yapmaz. Sokaktaki köpeğin sokaktaki köpek oluşu dahi ancak sokaktaki köpek dediğimizin bizde zaten var olan bilgisi ile mümkündür. Haliyle sokaktaki köpek havlamaz; havlayan, bize daha önce bildirilmiş olandır. Havlama sadece tekrar tekrar karşılaştığımız bir koddan ibarettir. Durduğu yerden arada sırada çıkarırız. Tam da bu sebepten, eğer bir köpek havlayacaksa ve biz bu bilgiye sahip olabileceksek, bu ancak sanat gibi ortaya çıkarılan, inşa edilen bir yerde mümkün olabilir. Durduğu yerden havlayan köpeği çıkarırız ve havlayan köpek olarak istediğimiz yere bırakırız. Üzgünüm Barthes, size katılamayacağım.

Saçma'ya sarılınız. Çirkine, ucubeye, şizofrene, deliye, pagana, anonime, manası kavranmamışa, gölgesi satılmamışa, yolu olmayana sarılınız. Hoş şeyler olacak bu çevrede, merak etmeyin.

Metnin şarkı önerisi; Transglobal Underground-Step Across the Edge
Metnin film önerisi; Shohei Imamura-Kuroi Ame

19 Kasım 2015 Perşembe

Bir Sarhoşun Notları

Merhaba Can'lar. Öperim o mâlum zihniyetlerinizden ve tabii ki her daim öfkeli penislerinizden.

"Bir Sarhoşun Notları" ile alakalı bazı şeylere açıklık getirmem gerektiğine inanıyorum. Zira bu başlık altındaki metinlere pek bir anlam yüklenmiş gibi hissediyorum. Öncelikle başlık, metnin amacını ve hatta saçmalığını gösterir nitelikte bir ifadeye sahip. Başlık, mütemadiyen sarhoş bir insanın pek önem atfettiği notlara değil, sıradan bir insanın sarhoşken yazdığı pek önemsiz notlara atıfta bulunuyor. Bu notlar, sarhoş bir insanın, sarhoşken, hiç bir ön çalışmaya dayanmadan, kendi tıkanmışlıklarına alan açma çabasının bir sonucundan ibaret. Ne bir bildiri, ne derinlikli bir analiz, ne de öğretici bir tavır.

Açıkça söylemem gereken bir kaç şey daha var. Bir entelektüel olmadığımı bildiğinizi biliyorum. Her ne kadar entelektüel olmak gibi bir kaygım olsa da(entelektüel birikimimin zayıflığının açık bir kanıtı) bir entelektüel olmadığımı bilecek kadar da kendimi biliyorum. Aymış birisi değilim, öğrenmiş, bilmiş ya da farketmiş değilim. Hemen hemen her birey gibi sıkıştığım anlarda nefes almak için bir alan açmaya çalışan bir "yaşayan"dan ibaretim. Bu alan açma işini, sadece sarhoşken, sadece bu metinlerle yapabilecek kadar da yeteneksizim. Dolayısıyla beğeninizi değil, tahammülünüzü bekliyorum.

Hepimizin malumu bir Paris katliamı gerçekleşti. Yüzden fazla ölü iki yüzden fazla yaralı tüm dünya insanlarını derinden sarstı. Peki neden? Hemen hemen her gün adına terör saldırısı denilen saldırılar nedeniyle yüzün üzerinde insan hayatını kaybediyor, pek çok insan sakat kalıyor, yaralanıyor. Paris mevzusunu bunlardan ayıran ne? Klasik bir Doğulu tavrıyla Batı aktörlerinin komplolarına ya da "oryantalist bunlar; bunlardan başka ne analiz beklenirdi" söylemine angaje olmadan bir konum almak gerekiyor gibi görünüyor. Tabii ki Afganistan'da öldürülen bir insanla Fransa'da öldürülen bir insanın değeri aynı değil. Kimsenin kendini kandırmasına gerek yok. Fransa'da bir bireyin birey oluşuna harcanan değer(belki de Marx'ın ifadesiyle toplam emek gücü ikamesi ya da kahvedeki Hasan Amca'nın ifadesiyle "bir doktor kolay yetişmiyor") ile Afganistan'da bir bireyin birey'liğine harcanan değer arasında dağlar kadar fark var ve doğal olarak daha fazla değer edindirilen Fransa bireyinin ölümü de, daha değerli olan toplumlarca daha dikkate değer olarak algılanır ve bu beklenen bir durumdur. Aksi olsaydı şüpheye düşmemiz gerekirdi. Bir çiftlik tavuğunun market tezgahlarında yer edinmesi cebinde parayla markete giren müşteriye ne kadar doğal geliyorsa, bir Arap'ın da bombalı saldırıda hayatını kaybetme hali dünyanın egemenlerine o kadar doğal görünür. Bu durum, o coğrafyanın gerçeğidir, haliyle, üzülmek ya da öfkelenmek için geçerli bir neden yoktur.

Malum saldırı için şu ya da bu dini suçlu kabul etmek veya mahkum etmek gibi bir eğilim de söz konusu. Neymiş efendim; Avrupa dinleri kendileriyle hesaplaşma dönemlerini Aydınlanma(yoksa "sanayi devrimi" ya da ilk cumhuriyetçi devrimler ile mi demeli?) ile geçirmişler, ne hikmetse bir İslam o işi halledememiş, mal gibi kalmış. Bunu söyleyenler de koca koca Marksistler, ahan da barikatlarda dövüşe dövüşe devlet memuru olmuş sosyalistler. Hadi Marx'ı okumadınız; hadi Althusser'i de okumadınız; hadi "Eleştirel Kuram" filan da hak getire; ulan Lyotard, Deleuze, Foucault da mı okumadınız bey-namazlar. Lan siz ne ara, nasıl, ne şekilde sosyalist/komünist oldunuz? Burjuvazinin olmadığı yerde dini kurumlar egemen ideolojik aygıtlardır ve egemenliklerini tüm fiziki şiddetiyle göstermekten çekinmezler ve hatta başka bir yol da bilmezler; burjuvazinin hakim olduğu yerde ise din kurumlarının yerini daha gizil bir baskıyı ve şiddeti yöntem edinmiş okul/üniversite kurumları alır. Ne beriki din kurumu olduğu için "gerici"dir, ne öteki okul/üniversite kurumu olduğu için "ilerici"dir. İslam coğrafyasında net bir burjuvazi egemenliği vuku bulmamıştır; İslam'ın bu sert görünümünün, İslam coğrafyasında, İslam dışında kalanlarca bu mahkum edilişi de, İslam dışında kalmışların, okul/üniversite egemenliğine yaslanan burjuva konumlanışından kaynaklanır. Mesele şu ya da bu dinin muhtevası ile değil; nerede hangi sınıfın egemen olduğuyla ilintilidir.

Unutmadan ekleyelim; Fransa IŞİD'e karşı zaten savaştaydı ve IŞİD onlarca defa Fransa'yı uyardı. Bu uyarılar bir örgütün bir diğer örgütü düşmanı ilan ettiğinin göstergesidir. Eğer siz bu ilana rağmen bir başka adım atmıyorsanız savaşı kabul etmişsiniz demektir. Kendi hükümetinin bu kabûlüne ses etmeyen, kendi hükümetinin bombaladığı ülkelerdeki insanların seslerine kulak vermeyen bir halk da bu savaşın doğrudan tarafı olmayı kabul etmiş demektir. Haliyle mevzu bahis saldırılar terör saldırısı değil, bir savaşın taraflarından birinin stratejik hamlelerinden birisinden ibarettir. Terör eylemleri, birilerinin, birilerini yıldırarak, yine o birilerini, kendi sözüne, kendi arzusuna, kendi doğrusuna kanalize etmek için ortaya konulur. IŞİD, Fransa halklarını kendi doğrularına gark etmeye değil, yıldırmaya ya da korkutmaya değil; aksine, mevcut savaşların doğrudan birer kişisi/aktörü olması adına provoke etmek için eyleme geçmiş ve hatta eyleme geçmek zorunda kalmıştır. Tekrar hatırlatalım; her gün yüzlerce insan sizin hükümetlerinizin karar verdiği savaşlarda hayatını kaybetmeye devam ediyorken; siz umursamıyorsanız, umursayacağınız alanlara bu savaşların yayılması anlaşılmayacak bir şey değildir. Ortada, "bu kirli savaşın tarafı olmayı reddediyorum" diyerek göbek kaşıyabileceğiniz bir durum yok maalesef. Savaşın tarafı olmayı reddetmek; üçüncü ya da dördüncü bir "mücadele" tarafı kurmayı da zorunlu kılar.

Paris'e dair son bir şey daha söyleyelim; polis güzellemeleri. Şu polis bu mağdura pek iyi davranmış; şu iki renkli gözlü beyaz tenli uzun boylu polis nasıl da benim kadınımı güzelce hastahaneye taşımış vs. Ne meraklıymışsınız dostlar polis sevmeye, polise sevdalanmaya?  Bir de bizim Ankara patlamasındaki polislerin tavrı ile karşılaştırmak yok mu; evlerden ırak. Ülkemizde düşman olarak görülen birileri; mesela bir PKK'li, konser salonu basıp onlarca kişiyi öldürseydi, Paris'te gördüğümüz polis yardımlarını ülkemizde de görürdük. Zira bizim olana saldırılmış olurdu ve haliyle bizim olana duyulan bir hüzün bizim olanın koruyucusunda da vuku bulurdu. Polisler düzenin, egemen sınıfın, egemen ideolojinin muhafızlarıdır. Bunlara saldırı olduğuna dair bir yargı oluştuğunda bu yargıya göre hareket ederler. Ankara'daki saldırı egemen olana değil, egemen olanı tehdit edene yapılmış bir saldırıydı ve haliyle polislerin de ortaya koyacağı bir hüzün, bir öz-veri mümkün değildi. Yoksa aynı Fransa polisinin bir zaman önce ayaklanan Afrika kökenli gençlere nasıl davrandığı hepimizin hatrında olmasa da internetin pek ücra olmayan köşelerinde duruyor, açınız, bakınız. Akla Jean Genet'nin; "polisler hiçbir zaman insan olmadı ve artık insan olduklarında da polis olmayacaklar" deyişi geliyor. Polisten bir insan güzellemesi devşiremezsiniz; polisliğin fıtratına aykırı olurdu bu.

Bak aklıma düşüverdi; koskoca demokrat akil "adam"larla dolu Fransa'nın mevzuya dair tek reaksiyonu daha fazla bomba, daha fazla kurşun, daha fazla kan. E, zaten IŞİD'in eylemleri için dayanak noktası kendilerinin Fransa tarafından bombalanıyor oluşu değil miydi? Sanırım daha fazla bombası olan daha bir şeker, daha bir tatlı. Şurada da birden bire kafayı yemiş eli kanlı suratı sakallı bir grup "terörist"  varmış; bombalayalım gitsin. Ama o kadar çok bombalayalım o kadar çok bombalayalım ki; bizi bombalayacak takatleri de kalmasın. Evet, sahi, meselenin çözümü buradaymış.

Yeter mi bu kadar Fransa?

Geçenlerde Yunanistan milli futbol takımı ile Türkiye milli futbol takımı adı lazım olmayan bir İstanbul stadında hazırlık maçı yaptı. Tabii ki her milli maç gibi eski-yeni "kepazelik"lere yol açan bir maç oldu. Paris'te hayatını kaybedenler için(bak yetmemiş Fransa) yapılan saygı duruşu ıslıklarla, tekbirlerle karşılandı. Aynısı olmasa da benzer bir durum Ankara saldırısı sonrasında da Konya'da yaşanmıştı. O zaman mevzuyu Konya'nın "yobaz" insanıyla geçiştirmeye çalışan elit'ler şimdi de benzer bir durumu Başakşehir insanının "yobaz"lığı ile geçiştirmeye çalışıyor. Af'edersiniz Bay Elit; yaşananların bir grup yobazla ilgisi yok, uyanabilirsiniz. Yıllarca Batı'ya ve doğal olarak Batı insanına yamanmaya çalışmış bir toplumun Batıca hâlâ "yabancı"lığının doğal "biz"ci kapanmasının ürünü bir reaksiyon bu.  Ve şu ya da burada yaşayan şu ya da bu görüşe, kimliğe ait bir tavır değil. Arada kalmışlığını iliklerine kadar yaşayan Türkiye halklarının ortak tavrı. Sadece, kiminiz, bu tavrın "yanlış"lığını görüp kendinizi durduracak kadar maske edinebilme yeteneğine sahipsiniz, bu kadar. Kendimizi abartmayalım. Ve güzel bir insanın söylediği gibi; "ne zaman bir milli maça denk gelsem; ikisinin de kaybetmesini ümit ediyorum.". Ortada bir milli maç var; biraz da bu durumun kendisinin çarpıklığıyla ilgilenelim.

Bugünlerde sıkça konuşulan mevzulardan biri de Kadıköy'e yapılması planlanan cami malumunuz. Tabii ki hemen hemen her bina inşasına karşı olduğum gibi bu inşanın da karşısında bir konum alacağım. Otoriter(handiyse totaliter okuyun) rejim ve/veya siyasi iktidarların. en temel icraatlarından biri daima beton binaların inşası olur. Faşist İtalya'da, Nazi Almanyası'nda, Stalinist Sovyetler'de koca koca devlet binalarının inşasını görürüz. Bir benzer inşa süreci bizim ülkemizde de uzun zamandır sürüp gidiyor; ak-saray, adalet sarayı, bakanlıklar, üçüncü köprü-havalimanı, Çamlıca'daki cami gibi. Siyasi iktidarın, hükümetin "devlet" ile ayırt edilebilmesinin zorlaştığı parti-devlet zamanlarında, rejimin/hükümetin kendi gücünü, iktidarını, söylemini görünür kıldığı ve sürekli olarak bu güç ve iktidarını yeniden ürettiği araçlar olarak koca koca binalar kurgulanır, planlanır ve inşa edilir. Haliyle rejim ve/veya siyasi iktidar/hükümet için fazlasıyla faydalı bu araçların, bu otorite konumdan payını almamış olan ve alamayacak olanlarla mevcut devlet biçimlerine, hükümet eden ile edilenin ayrıldığı söyleme, hegemonik kurumsallaşmaya itiraz eden veya farklı bir yaşamı inşa etmek isteyenlerin üzerindeki baskıyı arttırıcı, kullanılabilir alanlara genişleyerek işgal eden mevcut otoritenin o alanları kullanma şansımızı da azaltıcı bir etkisi olacağı düşünülebilir. Tabii ki bu kadar çetrefilli bir mevzu üzerine kafa patlatmaya da ihtiyacımız yok. Oldukça yüzeysel bir burjuvazinin demokratik rollenmesiyle, Kadıköy halkının böyle bir talebi ve ihtiyacının olup olmadığı, cami yapılacak alanın olası bir İstanbul depreminde böyle bir bina için uygun olup olmadığıyla da mevcut girişime rahatlıkla itiraz edebilirdik. Bu cami işinden kolay kolay vazgeçilecek gibi değil. Haliyle uzun bir aradan sonra Kadıköy'ün beleş sahillerinde de zaman zaman şarabımı yudumlayan biri olarak bir direniş serüvenine atılacağız gibi görünüyor.

Ve unutmadan; egemenin ibadethanesinin inşası için diğer herhangi bir amaçla yapılan inşanın birkaç katı fazla düşünmekte, taşınmakta fayda var. Zira egemenin ibadethanesi bir kez ibadethane olarak inşa edildikten sonra doğal nedenlerle yıkılmadığı sürece yıkılamaz, başka bir amaçla kullanılamaz. Bir alan bir kez egemenin ibadethanesi olarak kurgulanıp inşa edildikten sonra ölümüne kadar sadece bu amaca hizmet eder. Bir bakanlık binasından yurt devşirebilirsiniz, yıkıp yerine otel de dikebilirsiniz. Sıkıyorsa bir de egemenin ibadethanesi için deneyin bir benzerini; CHP gibi on yıllardır aynı itirazı dinler durursunuz.

Bir "direniş serüveni" dedim de aklıma geldi; bazen eylemlerdeki çok tatlı insanları, pek güzel hayvanları görüp, "ulan memlekette ne çok güzel-insan varmış" derken buluyorum kendimi. Sonra aynı ortamda kendimin de bulunduğunu ve pek doğal olarak eylemin muhtevası uyarınca çevremdekilere güzel-insanmış gibi göründüğümün ayırdına varıyorum. Ben boktan olduğuma göre? Siktiriniz efendim; yine yarınlara umutla bakamadım.

Bok deyince de aklıma şu geldi(her paragrafa da böyle mi başlanacak?); sikmekten, sokmaktan, binmekten, inmekten, çakmaktan, yatırmaktan, domaltmaktan bir seksistlik çıkarmak feminizmin ilk adımlarında dolaşıyor olduğunuzu gösterir. Bu ifadelerin şu ya da bu cinsel kimlikle(hâlâ kullanıyor muyuz bu kavramı?), yönelimle(bunu terk etmiştik sanırım), cinsiyetle(ayrımlarını İngilizce yazıp havalı olmaya mı çalışsam?) sert bir ilgisi yok. Yatıranın erkek olduğunu düşünüyor ve yatırmış olmayı erkekçe bir eylem olarak tanımlıyorsanız; zihniniz erkekliğe teslim olmuş olduğundan mütevellit böyle bir sonuca varmışsınız demektir. Bu ifadelerin sıkıntısız olduğunu söylemiyorum, söylediğim, bu ifadeleri sıkıntılı yapan şeyin seksizm olmadığı. İfadelerin sıkıntısı hiyerarşik bir referans üretmesinden, kişi'leri, kişi olmaktan çıkararak birer emtia konumuna itmesinden kaynaklanıyor. İlla cinsiyetçi bir şeyleri dert edecekseniz(ki edinmek iyidir), "taşaklı olmak"tan yola çıkabilirsiniz.

Peki bok deyince aklıma niye bu geldi? Sizi zeka küpleri sizi.

Nusaybin'de, Silvan'da yaşananlar solda duranların, durduğunu söyleyenlerin tamamının sorumluluğu. Halkıyla savaşan ceberrut bir devlet ve aynı devletin içerisinde sessizce bekleşen biz'ler. Hadi ben çoktan pes etmiş, zavallı bir insancığım; hepiniz mi zavallısınız? Leyla Zana (dost-insan) bunca genç katledilirken bir şeyler yapmadan duramam diyerek yemin etmiyorken, geri kalan onca vekil bir şeyler yapmadan nasıl yemin edebiliyor, neye yemin ediyor? Öz-yönetim ilanları nedir? PKK'ye akıl verecek kadar aklım yok; ne var ki anlayacak kadar da aklım yok. Öz-yönetimin ilan edilebilir bir şey olmadığını PKK bilmiyor mu da yıllardır çeşitli bölgelerde çeşitli zamanlarda öz-yönetim ilanlarıyla onlarca Kürt gencin öldürülmesine neden oluyor? Öz-yönetim ilanlarının amacını anlayan, bilen var mı? Öz-yönetim ortaya çıkan, var olan bir şeydir; ilan edilip inşa edilmez. İnşa edilirse öz-yönetim değil, yöneticinin yönetimi olur. Bunu ben biliyorum da PKK bilmiyor olabilir mi? Ya da bir yerlerde öz-yönetim ilan ediliyorsa bölge insanının temsilcileri sıfatıyla vekiller niye TBMM'de? Eğer farklılaşan örgütler olarak farklı yöntemler uygulanacaksa, HDP'nin PKK ile organik bağını kopararak tamamiyle bir Türkiye partisi gibi yoluna devam etmesi gerekir ki bu durumda da barajı geçecek oy oranını alması mümkün olmaz. Haliyle, madem meclistesiniz-meclisteyiz, bu dönem legal mücadelenin büyük bir kısmı seçim barajının düşürülmesine adanmak zorunda.

Metnin şarkısı; The Fugs-Nothing
Metnin film önerisi; Roberto Rossellini-Roma Citta Aperta

29 Ekim 2015 Perşembe

Bir Sarhoşun Notları

Merhaba Can'lar. Bugün 29 Ekim. Saat sanıyorum ki 07:15 (Bi' ihtimal 06:15). Beşiktaş'ta, mütevazi yarı bodrum öğrenci evimde oturmuş, biraz şarap, biraz kahve, biraz müzik eşliğinde saçmalama arzuma boyun eğerek (hep boyun eğerek) bir şeyler yazıyor, Cumhuriyet Bayramı kutlamalarına neden katılmadığım üzerine düşünürken buluyorum kendimi. 26'mdayım; kendi arzum, isteğim ve yönelimimle tek bir resmi "bayram" kutlamasına katılmadığımı fark ettim. Bir zamanlar 1 Mayıs'a katılırdım; sonra resmi tatil ilan ettiler; o da gözümden düştü.

Çevremde,  ne olduğunu bilmediğim, "Kürtçü"lükle itham ediliyorum ve "doğal" olarak 29 Ekim, 23 Nisan, 19 Mayıs gibi günlerde düzenlenen etkinliklere katılmayışım Mustafa Kemal'e, Türkiye Cumhuriyeti'ne ve/veya önder kadronun devrimlerine düşmanlığımla ilişkilendiriliyor. Malum, Beşiktaş, hemen hemen her zaman bu günlerde ciddi etkinlikler düzenler ve Beşikaş'ta oturuyorken bu etkinliklerin hiçbirine katılmamak bir "düşmanlık" göstergesi olabilir. Mazallah; devlet düşmanlığı bir yana, halk düşmanı dahi olabilirim.

Doğruyu söylemek gerekirse (gerekmez) bir etkinliğe katılabilmek için fazla tembelim. Saatlerce ayakta dikilmek, birbirinin türevleri dahi olamayacak kadar benzer içerikli nutukları yutmak, sağ sola sloganlar fırlatmak, halihazırda egemen olanın yeniden inşasında çalışmak korkutucu derecede yorucu görünüyor bana. Egemen olmayanın egemen karşısındaki var-olma mücadelesinde yer alacak olsam, bir ihtimal, kendimi buna mecbur hissedebilir, yollara düşebilirim. Arada sırada, nadiren de olsa, yollara düştüğüm oluyor zira. Ne var ki, 29 Ekim gibi bir günde, sokağa çıkmak için gereken motivasyonu bulmakta zorlanıyorum. Eğer böyle bir motivasyonum olsaydı, muhtemelen, motivasyon kaynağımı fazlaca sorgulamak zorunda kalırdım. Cumhuriyete karşı değilim(cumhuriyeti oturup tartışırım, bu saklı), Mustafa Kemal'e ya da önder kadronun devrimlerine de karşı değilim; düşman hiç değilim. Ne var ki bu cumhuriyetin tarihi, cumhuriyeti kutlamama engel olacak kadar kötü bir sicile/hafızaya sahip; nasıl, ne şekilde kutlayabilirim? Cumhuriyet, cumhuriyet değil; cumhur  ise hiç ortada yok. Sözün kısası; olmamış bu cumhuriyet, iktidarını yeniden kurmasına destek olmaktansa, düşmanı olarak kabul edilmeyi yeğleyebilirim.

Cemaat medyasına ciddi bir siyasi iktidar saldırısı var. Herkesin bildiği gibi cemaat medyası yıllarca hükümetin medya uzantısı olarak görev yaptı; yalakalıkta, yandaşlıkta, manipülasyonda, yalanda, hedef göstermekte, iktidarın sözcüsü olmakta sınır tanımadı, bunda bir beis görmedi. Daha da kötüsü, inanıyorum ki, yine aynı sözler alınsa, aynı rantlar elde edilse, iktidardan benzer bir pay alınsa yine aynı şekilde davranırlar, davranacaklar. Tüm bunlara rağmen, tüm bunları akılda tutarak, cemaat medyasının yanında olunması gerektiğini düşünüyorum. Nedenlerim pek açık değil, tatmin edici hiç değil. Belki kimilerinin söylediği gibi romantik bir solcuyumdur ya da içime liberal kaçmıştır; ihtimaller dahilinde. Ancak politikanın konum aldığım yerinden baktığımda, eylemlerimin, çıkarlarıma ve hatta toplumsal çıkarlara göre değil, doğru olduğunu düşündüğüm/inandığım bazı ilkelere göre olması gerektiğini düşünüyorum. Basın, yandaş da olsa, muhalif de olsa, ayan beyan yalanı da aktarıyor olsa susturulmamalı, karartılmamalı, engellenmemeli gibi geliyor bana. Bu tarz bir engellemenin desteklenmesi veya karartmanın karşısında konumlanmayış; yalan ile doğrunun, yandaşlık ile muhalifliğin, iktidar sevicilikle iktidar olmayanın var-oluş mücadelesinin militanlığının kabul edilir olup olmayışına ve hatta bu tarafların hangisinde yer aldığınıza karar verenlerin ve karar verecek olanların elinin sağlamlaştırılması anlamına gelir ve bu, bu ellerin, kendi üzerimizdeki iktidarının da yeniden kurulmasına saklı bir destekten başka bir anlam ifade etmez. Bir medya kuruluşunun egemen olana ceberut desteği, bir medya kuruluşunun ceberut egemenlerce susturulması söz konusu olduğunda lafı edilmeyecek bir konumlanıştır. Somutlaştıralım; bir grup polis, bir grup insanı dövmeye başladığında, "kimi dövüyorlar acaba" diye düşünmezsiniz, ya da en azından düşünmemeniz gerekir. İktidarda olanın, egemen olanın ballı sopası görevini icra eden bir grup polis kimi dövüyorsa, dövülenin yanında olmak, benim kaçınamayacağım bir durum.

"Madem karşısın, neden kullanıyorsun/dahilsin/içindesin/birliktesin" gibisinden bir tartışma argümanı var. Hemen örnekleyeyim; "Madem giyiniklik zaruretine karşısın, niye çıplak dolaşmıyorsun?". E, ağzımı dağıtır, burnumu kırarlar, üzerine bir de ceza yazıp devlete para ödetirler de ondan. Zeus muyum yıldırımlar salayım, Poseidon muyum özgür okyanuslarda dolanayım? Bir garip (gariban okunur) kişiyim(kişi'liğim şüpheli) tek can taşıyan; tabii ki korkuyorum. Zor mu bunu anlamak/bilmek?

Biraz Youtube'da (yoksa -ta mı?) zaman geçirince kendimi müzik eleştirmeni gibi hissetmeye başlıyorum. Benzer bir durum IMDB'de zaman geçirirken kendimi film eleştirmeni gibi hissettiğimde de ortaya çıkıyor. Gerçekten bilmenin, bildiğini anlamanın, anladıkların üzerinden yeni bir durumla/olayla karşılaştığında bir çözüm üretebilmenin değil; efektif google kullanmanın, arşivlerde daha verimli gezinmenin önemlileştirildiği bir dünyada oldukça anlaşılır bir durum. Bir zamanlar sinemadan anlamak için bir filmin nasıl ortaya çıkarıldığını bilmeniz, kameralardan, ışıklardan, seslerden anlamanız gerekirdi; şimdi torrenti bilmeniz yetiyor. Hoş, müzik eleştirmeni, sinema eleştirmeni neydi ya hu? Azalarak bitmelerine ağıtlar yakamayacağım.

İnsan dışı hayvanlarla insanın muhabbetlerine sık sık giriyorum; üzerine düşünüyor, konu hakkında okumaya gayret ediyor, vegan oluşumları takip ediyorum. Her konuda olduğu gibi bu konuda da çeşitli yönelimler var ve her yönelim kendi yolunun pek doğru olduğu konusunda pek bir ısrarcı. Anlaşılır bir durum; insan evladı ne zaman kendisini merkezde hissetmedi/görmedi ki?

Türler arası cinsel ilişkiyi yanlış bulmuyorum. Bazı vegan oluşumlar da bu durumu savunurken, bazıları da(daha çok olduklarını düşündüğüm bazıları) bu duruma oldukça karşılar. Türler arası cinsellik, genellikle, hayvanların kullanımı/emtaileştirilmesi olarak kabul edilerek dışlanma eğiliminde. Eşit olmayan veya eşit olma ihtimali bulunmayan kişilerin arasındaki cinsel münasebet, hiyerarşinin üst basamağında bulunanın altındakini kullanmasından ibaret olarak görülüyor. Aynı kişiler, insan dışı hayvanlar adına, insan dışı hayvan haklarını(bu noktadan sonra hayvan denildiğinde "insan dışı hayvanlar" kastedilmiş olacak) konuşmakta beis görmüyorlar. Hayvanlar adına hayvan haklarından bahsedebiliriz, hayvanlar kim oluyor ki? Biz ne dersek o! Tabii ki insanın bu yanlışının türler arası cinselliğin meşruluğunun savunusyla bir ilgisi yok. Kendimi tutamadım, söyleyiverdim.

Türler arası cinsel ilişki söz konusu olduğunda en çok dile getirilen olmazlık nedenlerinden biri "istediklerini nasıl anlayacağız?" mevzusu. Barınaklar, kulübeler inşa ederken; yemekler saçıp, kıyafetler giydirirken sorulmayan bu sorunun mevzu bahis cinsellik olduğunda sorulması çok manidar geliyor bana. Bir köpeğin beni sikmek istediğini, penisini kaldırıp ben domalır dolmaz götüme dayamasından anlıyoruz dostum; yemek yemek istediğini çöp konteyneri etrafındaki artıkları götürmesinden anladığımız gibi. Çok zor değil, ha?

Bir grup "nezih" vegan da hayvanların yeterli iq'larının olmadığından yola çıkarak türler arası cinselliğin etik olmadığını savunuyor. Yani hayvanlar,  cinselliğin ne şekilde gerçekleşmesi gerektiğine, kimlerle(kim ifadesi insan dışı hayvanlar ve bitkiler de dahil olmak üzere tüm canlılara referans verir) gerçekleşmesi gerektiğine(neyin nasıl ne şekilde gerçekleşeceğine dair doğrularımızın olması gerektiği bir gerçeklik zira) ve eylemin sonuçlarının neler getireceğine dair bir tahayyülünün olmaması müsebbibiyle insan ile cinsel bir deneyim yaşamamalılar. Erkek'çe bir konum alış. Cinsellik öyle bir iktidar kurma yöntemi haline gelmiş ve öyle algılanır olmuş ki, bir hayvanla aynı kaptan yiyor olmaktan ayrılıp, kaçınılmaz olarak, bir kullanma, metalaştırma eylemi olarak algılanır hale gelmiş. Domaltıp sikiyor olmanın erkekçe bir böbürlenme halindeki egemenlik alanını genişletmenin veganca savunusu değildir de nedir bu? Cinsellik ediminin terlemekten farklı olmadığını anlamamız ya da terlemekle aynı anlama gelebileceği bir topluluğun yeşerebileceği ortamı sağlamak için mücadele etmektense insan ile insan olmayanın arasına bu denli derin bir çukuru kazmak, yüksek bir duvarı örmek ve cinselliğin tabuluğuna katkı vermek neden? Üstelik canlılar alınıp satılıyorken; canlılar sahiplendiriliyor, sahipleniliyor, veterinerlik adı altında insan zulmüne maruz kalıyor, bahçede bir güzellik, evde bir aksesuar, üzerimizde bir kıyafet oluyorken; sokaktanlaştırılıyor, betona, asfalta mecbur bırakılıyorken; arabalarımızın, fabrikalarımızın saldığı gazlara maruz bırakılıyorken; rüzgar güllerimizde parçalanıyor, heslerimizle doğumları dahi mümkünsüzleştiriliyorken; isim verme gafletine dahi düşülüyorken bu cinsellik karşıtlığı neden? Burjuvazi ahlakının erkekçe bir konumlanışı gibi geliyor bana dostlar; kusuruma bakmayın.

Dostoyevski'nin Bir Yazarın Günlüğü'nün ilk cildini okuyalı iki sene kadar oluyor. Önce Bir Yazarın Günlüğü ile ilgili bir şeyler söylemek gerek sanırım(bak, yine gereklilik icat ettim); Bir Yazarın Günlüğü Dostoyevski'nin ömrünün sonlarında iki sene kadar çıkardığı ve sadece kendi yazılarının bulunduğu derginin adı. Bu dergide Dostoyevski gündelik politikadan kemikleşmiş meselelere dair pek çok konuda düşüncelerine yer verirken, nadiren, kısa hikayelerini de aktarıyor. Peki ben bu kitabı niye aldım, niye okudum ve niye okumaya devam ediyorum? Dostoyevski'nin pek çok eserini severek okudum, haliyle, Dostoyevski'nin düşüncelerinden kendi lehime kullanabileceğim pek çok argüman çıkarabileceğimi düşündüm. Tabii ki bunu ciddi ciddi kendime söylemiş değildim; ne var ki, hâlâ kitap okurken temel kaygım yeni açınımlara, açılımlara bakabilmek değil; kendimden olana, kendimden çıkana destek olabilecek yapıları, kimsenin itiraz edemeyeceği kadar ululaşmışlardan devşirebilmek. Cem Yılmaz on adımda anadolu rock yapmanın tarifini verirken diyor ya hani; "hadi beni siktir et; e Karacaoğlan der ki" diye cümleler kullanın diye; tam da bu tavırla işte okuyorum kitapları. Anlattım anlattım anlattım; "siktir lan" dediler; ne diyeceğim? Marx der ki, Lyotard'ın da dediği gibi, tam da bu noktada Şeriati'ye kulak verirsek gibi söylemlerle kendimden olanın haklılığını/doğruluğunu garanti altına almaya çabalıyorum. Bu düşüncelerle okuduğum Bir Yazarın Günlüğü'nde ise tam bir hayal kırıklığına uğramış durumdaydım. Dostoyevski açık bir şekilde gerici(hâlâ gerici kavramını kullanan bir avuç sosyalistiz şunun şurasında, buna da laf etmeyiverin), milliyetçi, anti-semitist, Türk düşmanı, erkekçi bir akla sahipti. Haliyle 600 sayfalık ilk ciltten kullanabileceğim pek bir şey çıkmadı. Tüm bunlara rağmen bir kaç gün önce eserin ikinci cildine neden başladım peki? Bir 600 sayfa daha beni bekliyor. Her ne kadar kitap okurken, artık, kendimi desteklemekten çok kendimi eleştirmek adına kazanımlar elde etmeye gayret ediyor olsam da Bir Yazarın Günlüğü'nden bir şeyler çıkartabilmemin pek mümkün olmadığı yargısına sahibim. Neden bu okuma gayreti? Bir eseri yarım bırakmak neden acı veriyor bana? Neden bir şeyler için "okudum onu" demek bu kadar keyif veriyor? Yolda olduğumu düşünmekte dahi zorlanıyorum bazen; utanıyorum.

Dostoyevski ve Tolstoy'un, Gorki'nin, Çehov'un pek çok eserini okudum. Sovyet döneminin Ostrovski'sini, Pasternak'ını(Şolohov'u okumadım, kitap yardımlarnızı bekliyorum) filan da okudum. Geçenlerde de Gonçarov'un Oblomov'unu okumaya başladım. Biraz geç olduğunun farkındayım, kızmayın. Oblomov çok güçlü bir roman gibi başlıyor ve sayfalar geçtikçe dağılıp un ufak oluveriyor. Roman, kaliteli değil; ancak pek kaliteli bir başlangıca sahip. Ne var ki Gonçarov, saydığım isimler arasında çağımıza en yakın yazar gibi görünüyor. Tüm büyük Rus yazarlarında geçmişte kalmışlığa dair bir his sürekli canlı bir şekilde kendisini hissettirir eserlerinde, ancak, Oblomov, henüz dün yazılmış gibi taze. Karakterlerin düşünüş biçimleri, kişilikleri; post-modernist, post-yapısalcı, post-marksist ve bilimum post'un kavramsallaştırdığı düşünce dünyamızdan gayri bir noktada durmuyor. Bir Rus klasiğinde(çok severim klasiklerin bu Ruslarını), ilk defa, bu kadar günümüzdenmişçesine bir okuma yapmış olmaktan keyif aldım; kalitesinden değil. Kalite de ilginç bir kavram; ben kalitesizim.

Sıkıcı bildirişlerim için kusuruma bakın lütfen; yeterince sarhoş değilken yazdım, hatalıyım.

Metnin şarkısı; Niaz Diasamidze-Lavnana
Metnin film önerisi; Luis Bunuel-Tristana

14 Ekim 2015 Çarşamba

Bir Sarhoşun Notları

Merhaba Can'lar. Ankara'daki malum patlama üzerine hiçbir şey yazmadım şu ana kadar. "Bazı şeylere yazık ediyorlar/ediyoruz" deyip, susacağım. Zira, yazık ediyorum.

"Ne ara böyle bir insan oldum?" diye sık sık sorarken buluyorum kendimi. "Ne ara?" sorusu yanlış; tarihselliği dönemsel bir eklemlenme olarak kabul eden bir soru. "Neyden sonra?" veya "Niçin?" diye sorayim diyorum; benzer nedenlerle birlikte uzaklaşıyorum. Sözün özü; dönüştüğüm kişi ve dönüşmekte olduğum kişi tiksindiriyor beni. Soramazken dahi; nasıl dönebilirim?

Geçenlerde eskilerden çıkıp gelen bir arkadaşım vesilesiyle eskilerde kaldığını düşündüğüm(bir şey eskilerde kalabilirmiş gibi) Tezer Özlü'yü yeniden karşıma çıkarıverdim. Özlü'de en sevdiğim şey, sanırım, Pavese. Özlü'nün Pavese'si, Pavese'den daha Pavese. Pavese'yi intihara yazgılayan da(evet, yazgı) buydu sanırım. Birilerinin Pavese'leri, her zaman, Pavese'den daha Pavese'ydi. Peki Pavese'yi intihara yazgıladığını düşündüğüm bir tavrı ben niye seviyorum? Bencil bir pisliğim de ondan; Özlü'nün Pavese'si muhteşem.

Sosyal fobi midir nedir; ondan var bende. Pek çoklarının bulunduğu geniş alanlar rahatsız ediyor beni, kayboluyorum. Dört duvar arasında ise kendime geliyorum; önce bir bardak şarap dolduruyor(evet, şişeden içmediğim zamanlarda bardaktan içiyorum, kadehten değil), bacak bacak üzerine atıyor, entelektüel bakışımı ve gülümsememi yüzüme oturtup pek harika olduğuna kanaat getirdiğim(harikalığı kendimden menkul. Bilim mi ne?) konuşmalar yapıyorum. Oda vekilliği, oda aydınlığı, oda entelektüelliği. Oturduğum yerden kitaplarımın da manzarası ne hoş, yeniden mastürbasyon.

Cinsiyet meselesi çetrefilli bir bahis. Bir yandan vajinalılığın ve penisliliğin farklı cinsiyetlere referans verir örüntüsüne(görüntü değil) karşı durmak ile Irigaray gibilerin "cinsiyetsizleştirme" uyarısı arasında sıkışıp kalmak pek olası. "Erkek" ve "kadın"ın toplumsal icadına mercek tutarken, "kadın"ın "erkek"leştirilmesinden nasıl kaçınabiliriz? Evet, cinsiyetler birer icat. Peki bu icatlarla ne yapacağız? Nasıl irdeleyeceğiz? Nasıl tarihin tozlu raflarına iteceğiz?

Herkes, herkesin yalan söylediğini biliyor. Ve herkes, yalan söylediğinin bilindiğinin farkında. Yine de yalan söylemeye devam ediyoruz. Kronik bir vaka; yalan, artık, gerçekliğimiz. Olmadığında/Olmazsa, simulakrlara(Oh, ömrümde cümle içerisinde bu kelimeyi de kullandım ya, gözüm açık, götüm kapalı ölmem artık) dönüşmemiz kaçınılmaz.

Hazır yalandan bahsetmişken dürüstlük meselesine(bu bir mesele miydi?) de şöyle bir uğrayayim. Yalan söylememekle dürüstlük pek sık karıştırılıyor. Kelime oyunu gibi görülebilir; "hehe, çünkü doğruyu söylemek dürüstlüktür" gibi bir algı ortaya çıkabilir. Hayır, öyle değil. Her zaman doğruyu söylüyor olmak da dürüst olduğumuzu göstermez. Örnekleyelim; bir örgütün militanı olarak yakalandığınızda, sizden örgütünüzün sırlarını açıklamanızı istediklerinde doğruları söylemek dürüst olduğunuzu değil, sahtekar olduğunuzu gösterir. Bir bağlılığın, bir "özel"liğin ifşasından dürüstlük devşirmek pek mümkün değil. Benzer bir durum "ihbar"cılık halinde de var. Komşusunun kaçak elektriğini, ebeveynlerinin çıplak münasebetlerini egemen bir kuruma şutlamak, "doğru"yu söylemek olsa dahi sahtekarca bir tutumdur. Genellikle, kendi yapamadıklarımızdan duyduğumuz öfkeyle başkasına böyle bir müdahaleyi mecbur kılarız kendimize. "Ben yapamıyorken, senin ne haddine?!" Sahtekarca bir faydalanma. Bazen de sadece bizden öyle istendiği için ihbar ederiz. İstek hafif kaçtı, emredildiği için de diyebiliriz. Emreden kim? Egemen. Neyi emrediyor? Henüz egemen olamadıklarının egemenleştirilmesini. Kimden istiyor? Egemenleştirdiklerinden. Sahekarca bir yaltaklanma değil mi? Kişisel ilişkilerimiz de bu doğruculuktan, sözde dürüstlükten müstesna değili. Bazen doğruları söylemeye pek hevesli oluruz, dürüstlük damarımız tutar; "Ahmet benimle sevişmek istedi, reddettim aşkım". Tamam da, niye söyledin ki? Hem arzulanıyor olduğumun hem de sunmuş olduğum sadakatin bilinmesi fayda sağlıyor zira. Dürüstlük mü? Zerre değil. Kısaca; fayda sağlayacağımızı bildiğimiz doğruların söylenmesinin dürüstlük ile alakası yok. Bu gibi durumlarda yalanın söylenmesi, dürüst bir konumlanış.

Bilim sizce de hızla dinleşme eğilimi göstermiyor mu? Kendi ürettiğinin dışında kalan tüm bilgiyi cehalet, bağnazlık, orta çağ zihniyeti olarak kodlayıp yüksek duvarlarla bu bilgi türlerine setler çekip yasaklaması pek bir tanıdık değil mi? Asırlar süren din heyulasından sonra bir başka bilgiye bel bağladık, o da özüne dönmeyi tercih etti/mecbur kaldı. Eski din öldü; yaşasın yeni din! Mutlak Tanrı yerine kişisel Tanrı'nın ikamesi de bilimselin tek başarısı. Bauman'a akıl verelim; "Tanrı kendini empoze ederek var olur ve davet edilmeden ve çağrılmadan aniden belirir: her boş noktadan, açıklama zinciri ve algılama dizisindeki her yersiz sözden göz kırpar; tatmin arzusunu ve beklentisini, şeylerin olduğu halinden ayırma eylemi dizisinde kendini her boşluğun içine sığdırır ve kıpırdamayı kesinlikle reddeder. İnsanın varoluşsal belirsizliği var olduğu müddetçe Tanrı var olacak, yani sonsuza kadar. Bu da şu anlama geliyor; Tanrı insan ırkıyla aynı anda ölecek, bir saniye önce bile değil." Bu da tanıdık değil mi? Dine alışmıştık, bilime de alışmamız gerek.

Sık sık şehirler arası yolculuk yapıyorum. Neredeyse hiç bir zaman uçak kullanmıyor, neredeyse tamamında otobüslerle gideceğim yere varıyorum. Gönül isterdi ki otostop çekeyim; bunu becerebilecek kadar kişi değilim. Otobüslerde sık sık yaşadığım çelişkiler var; koltuğu indirirsem arkamdaki kızar mı, okuma lambasını açarsam çevremdekiler müdahale eder mi vs. Şunu farkettim; çevremdekiler kadın olursa daha rahat bir şekilde yapacağımı yapıyorum. Zira, kadından dayak yeme ihtimalim daha düşük. Dönüştüğüm kişiden tiksindiğimi söylemiştim.

Tuborg'un "temiz kapak" girişimi başarılı bir pazarlama taktiği değil mi? Hakikaten çok temiz kapak oluyor onlardan.

Yazdıklarımı pazarlama stratejisi olarak yeni bir adım atıyorum ve her yazdığım metnin ardından bir şarkı ile bir film paylaşıyorum. Belli mi olur; artık birileri okumaya başlar belki.

Metnin şarkısı: Moğollar-Sen Varsın Orda
Metnin filmi: GrigoriyChukhray-Ballada o Soldate